25 Kasım 2015 Çarşamba

CHOPIN VE BENİM DENGBÊJLERİM

“…
Şu Dersimde bir kuş olsam
Kanatlanıp uçsam şimdi
Oğul oğul
Gitti gönlümün sultanı
Dağ oldu büyüdü şimdi
Şahin gibi yücelerde
Savrulup göçtü şimdi” 

Güneş tam tepemde durmuş bana gülümseyerek bakıyor. Önünden parça parça bulutlar geçiyor, koşar adımlarla. Güneş tam tepemde durmuş göz kırpıyor bana. Biraz ilerimde bir ırmak düz bir çizgi çizerek akıyor. Karşı yakasında yaşlı bir çınar ağacı tüm yeşilliği ve azametiyle öylece dikilmiş duruyor. Irmağın kenarı boyunca uzanan yükseltiye sırtımı verip, gözlerimi hafifçe kapatıyorum. Çoraplarımı çıkarıp, ayak bileklerim suyun içinde kalacak şekilde suya dokunuyorum. Kollarımı iki yana açarak, avuç içlerimi gökyüzüne doğru çeviriyorum. Az ileride bir yükseltinin üzerinde biriktirdiği suyu bir bardağa belli bir ahenk içinde boşaltırcasına taşlar arasından gönderen şelalenin seslerine, ırmak kuşlarının sesi karışıyor. Kuşlar en güzel türküleri söylüyorlar bugün. Göz kapaklarımda güneşin sıcaklığını hissediyorum. Kalp atışlarım şelalenin çıkardığı seslere, kuşların türkülerine uyum sağlıyor. Avuç içimde bir serçenin, korkudan titreyen göğsünü ve onun sıcaklığını hissediyorum. Göğsüm terliyor. Ayaklarım üşüyor.

Muazzam bir alkış sesi ile gözlerimi açıyorum. Şelalenin yerinde siyah, kocaman bir piyano, taşların yerinde, piyanonun başında bir adam duruyor ve dört bir yöne başı ile selam veriyor. Irmak yatağına yüzlerce insan doluşmuş; kimi iskemlelerde, kimi yerlerde oturuyor. Güneşin yerini, tavandan sarkan bilmem kaç mumluk kocaman bir avizeye bırakmış. Kuşlar ve şelale sesi uğultuya dönüşmüş. Gözlerimi kapatıp tekrar açıyorum. Nafile, değişen bir şey yok.

Çınar ağacının yerinde kısa, beyaz sakallı, uzun boylu, zayıfça bir ihtiyar ayakta kalabalığa hitap ediyor. Bir hikaye anlatıyor. Hikaye gibi bir yaşam öyküsü. “Bu” diyor, “Frédéric Chopin’dir, güzel beyler ve hanımlar!” “Dinlediğiniz de ona ait, dört no’lu prelüde…”[1]


İhtiyarın anlatımına göre, Chopin daha yirmi yaşında toy bir delikanlı iken sevgili dostu Tytus Woyciechowski’ye yazdığı mektupta; “Yolculuğuma ne zaman başlamam gerektiğine karar veremiyorum. Sanki bu kez evden tümüyle ayrılacakmışım gibi bir duyguya kapılıyorum. Sanki bu yolculuk beni ölüme götürecek. İnsanın hep yaşadığı yerlerden uzakta ölmesi ne kadar acı olmalı. Son nefesimde en sevdiklerimin yüzü yerine, bir doktorun buz gibi yüzünü ya da yabancı bir hizmetçiyi görmek ne kadar acı olurdu…” [2] diyerek uzun zamandır planladığı yolculuğun tarihini kestirememekten yakınıyordu. Kendimi ve yazıdan öteye geçmemiş, geçememiş olan “gitme talimlerimi” Chopin ve mektubunda gördüm. Ama Chopin nihayet yolculuğa çıkıyor ve daha otuz dokuz yaşındayken “vatanım” dediği Polonya’dan çok uzakta, Paris’te, vatan hasreti içinde ölüyor. Vasiyeti üzerine kalbi çıkarılıp, Varşova’da bir kilisenin sütununun dibine gömülüyor.

Bu umutsuz hayat hikayesi ve piyano tuşlarının yaydığı lezzetli seslerin verdiği karmaşık hislerle dışarı çıkıp, ellerim titreyerek bir dolgun sigara sarıyorum kendime. Bir sigara da yanımda beni yalnız bırakmayan arkadaşıma… Evin yolunu tutuyoruz beraber. Dolapta bulduğumuz bir birayı paylaşıp, üzerine çayı katık ederek, biraz sohbet ekliyoruz soframıza. Üşüdüğümü hissedip üzerime bir battaniye alıyorum. Bir önceki gece kullanmadığım uyku hakkımın ve tüm günün verdiği yorgunluğun etkisine battaniyenin verdiği sıcaklık da ekleniyor ve gözlerim kapanıyor istemsiz. 

Kendimi Sivas'ın doğduğum köyünde çocukken buluyorum, yine bir sıcak yaz günü. Beyaz çediklerimizle o odadan bu odaya, koşturup duruyoruz kardeşimle. Anam bir küfür sallıyor arkamızdan:"soyuna gıran giresiciler"... Evin içinde olmamıza rağmen, yüzümde güneşin sıcaklığını hissediyorum. Ayaklarım üşüyor bir yandan. Üzerimdeki battaniyeyi ayaklarıma doğru çeken arkadaşımın hareketi ile uyanıyorum. Rüyaymış diyorum gördüğüm, güzel bir rüyaymış. Devam ederim umuduyla tekrar gözlerimi kapatıyorum. Bu sefer evin önündeki harmanda döveni öküze bağlamakta olan babamın gözlerinin içine bakarken buluyorum kendimi. Yanımda yine kardeşim var. Babam bir el işareti yapıyor. Alıyoruz mesajını ve hemen koşup dövenin üstüne çıkıyoruz. Babam ortamızda, dövenle beraber hareket ediyoruz. Ortada bir saman yığının etrafında daireler çiziyoruz. Dirgen kalktıkça yığın küçülüyor. Güneş yine tepede dikilmiş, öylece bize bakıyor. Yer saman ile kaplı, gök saman rengi. Her yer saman sarısı. Kardeşimle birbirimizi itip, dövenden düşürmeye çalışıyoruz. Gülüyoruz bir yandan, babamın kızgın bakışlarına kadar. Korkuyoruz ve dövenin üstüne çömeliyoruz. Suratımız asılıyor, "ne var yani bunda" diye iç geçiyoruz.


Ağlamaklı mı gülümsemeli mi kestiremediğim, tekrarlayan, sabit bir tonda bir sesin bana seslendiğini duyarak gözlerimi açıyorum. Sanki "Bak cano ne buldum?" der gibi iki avucunu açmış halde arkadaşım duruyor karşımda. Umursamıyorum. Rüyamı daha cezbedici bularak, tekrar gözlerimi kapatıyorum. Ses tonu değişmeden ismimi tekrarlamaya devam ediyor. Bu sefer hiddetle başımı kaldırıyorum, kanepenin rahatsız başlığından. Dikkatimi toplayarak bakıyorum; arkadaşım aynı şekilde duruyor ve ağlayarak ismimi tekrarlamaya devam ediyor. Arkadaşım ağlıyor. Hızlıca yattığım yerden kalkıp, yanına gidiyorum. Birbirine birleştirdiği avuçlarında hareketsiz bir şekilde, gözleri açık Şaxiro duruyor. Şaxiro ölmüş. Arkadaşım ağlıyor ve Şaxiro nefes almıyor. Ben korkuyorum ama arkadaşım ağlıyor. Daha sonra nasıl yaptığıma şaşırarak, arkadaşımın avucundan kuşu kendi avuçlarıma alarak salondan çıkarıp mutfağa götürüyorum. Arkadaşım hıçkırıklarla ağlamaya devam ediyor. Mutfak tezgahının üzerine bıraktığım Şaxiro'nun göğsüne dokunuyorum. Hala sıcacık ve gözleri açık bana bakıyor. Elimle göğsüne git-gel halinde basınç uyguluyorum, kalp masajı yapar gibi. Hala hareket yok. Ne yapacağımı bilmiyorum. Arkadaşım geliyor mutfağa, engelleyemiyorum. O da dokunuyor kuşun göğsüne, ağlayarak. Çare yok, Şaxiro ölmüş.

Nasıl, niçin öldü bilmiyorum, sormuyorum, soramıyorum? Arkadaşım ağlıyor. Mutfağın muşamba kaplı soğuk zeminine oturuyor. Yetişkin bir insanın ağlaması en son görmek isteyeceğim şeylerden biridir. Oysa ben sık sık ağlarım, saklamayı da beceremem tuzlu gözyaşlarımın varlığını. Arkadaşım ağlıyor, ben kendimi kasıyorum. Yere çömelip, arkadaşımın başını ellerimin arasına alıyorum. Ona sarılıp, saçlarını okşuyorum. Gözyaşlarına dokunuyorum. Arkadaşım ağlıyor. Biraz zorlayarak mutfaktan çıkarıp, salona getirmeye çalışıyorum. Son bir kez tezgahta duran Şaxiro'ya bakmaya çalışıyor. Önüne geçip engelliyorum. Salona geçiyoruz. Arkadaşım salonda, rüyaya daldığım kanepenin dibine oturup ağlamaya devam ediyor. Ne yapacağımı bilmiyorum. Kendi acımı saklayıp, onu teskin etmeye çalışıyorum. "Zaten yaşlandı, bugün yarın ölecekti. Tesadüf o ki senin ellerinde öldü" diyorum. Dediğime kendim de inanmıyorum. Daha bir yarım saat kadar önce cıvıl cıvıldı ve iki yıldır olduğu gibi sevdiği Şaxira'yı tüm enerjisiyle "taciz etmeye" devam ediyordu. Türkçe çaldığımız şarkılarda susup, Kürtçe stranlarda avazı çıktığı kadar şarkıya eşlik ediyordu. İsmi bu yüzden Şaxiro idi. Büyük Kürt dengbêj Şaxiro'dan geliyordu. [3]


Arkadaşım kalktı ve iki sokak ötedeki evine gitmek üzere kapıya yöneldi. "Eşlik edeyim" dedim, istemeye istemeye. Oysa tek istediğim yalnız kalmak ve hıçkıra hıçkıra ağlamak, kendi gerçekliğime bürünmek idi. Yaklaşık bir saattir yüzüme taktığım maskeyi atmak, parçalamak istiyordum. "Ben giderim" dedi, o da yalnız kalmak istiyordu. Ve ağlayarak çıktı kapıdan. İçeri yöneldim. El kadar büyüklükteki kuşun yokluğu salonun ortasında öylece durup bana iri gözlerle bakıyordu. Şaxira, bu yokluğa yalnızlığını katarak eşlik ediyordu. Çantamdan hızlıca çıkardığım ıslak mendille elimdeki ölü izini silmeye çalıştım. Sonra kanepeye uzandım. Uyumaya çalıştım. Üşümüyordum artık ve battaniyeye gerek yoktu. Uyuyamadım. Yatak odama geçip, kendi yatağıma uzandım. Yine uyuyamadım. Şaxiro artık yoktu. Ve onun yokluğunu, bir daha olmayacağını, Şaxira'yı düşündüm. Yatağımda bir o yana bir bu yana döndüm, uyumaya çalıştım. Gözlerim doluyor ama bir türlü taşmıyordu. 

Sabah gözyaşları ile uyandım. Henüz uykudayken gözlerimden süzülen ve gözlerim ile dudaklarım arasındaki engebeli yolu katederek dudaklarıma kadar ulaşmayı başaran tuzlu esrik göz yaşının verdiği o tat uyandırdı beni. Sebebi neydi bu gözyaşlarının? Şaxiro geldi aklıma. Dün geceyi düşündüm. "Bu olanların hepsi rüya olmalı" dedim. "Şaxiro şimdi salonda yemek masasının üzerinde Şaxira ile didişiyordur kesin" dedim. Bu dediklerime kendim de inanmadım. Dün geceyi ve olup biten her şeyi en ince ayrıntısına kadar hatırlıyordum ve ben vazgeçtim rüyalarımın ayrıntısından kendisini bile hatırlayamıyordum çoğu zaman. Yatağımdan kalkmadan ince bir sigara sardım. Sigarayı henüz yarılamadan komodinin üzerine basarak söndürdüm. "Sabah uyanır uyanmaz sigara yakma alışkanlığımdan vazgeçmeliyim" dedim kendi kendime, her sabahki rutin serzenişle. Hızlıca giyinip, salonla mutfak arasında bulunan dış kapıya doğru yöneldim. Tam ortada durdum. Sağ taraftan, salondan, genelde pek bir sessiz olan Şaxira'nın sesi geliyordu. Tüm kaçırma girişimlerime rağmen, bir an gözlerim mutfak tezgahının üzerinde sırt üstü hareketsizce yatmakta olan Şaxiro'ya ilişti. Bir kabahat işlemişçesine gözlerimi toplayıp, kapıyı çarparak dışarı attım kendimi. Saniye geçmeden kendimi sokakta buldum. Onca merdiven basamağını bir çırpıda inmiştim.

Tüm gün işyerimde Kürt dengbêj Şaxiro'yu ve Chopin'i dinledim. Kuşları ve ölüleri düşündüm. Özgürlük savaşçılarını, heval Koçgîrî'yi, Rasih'i, dağ başlarını, baharı, ırmakları, güneşi, uçsuz bucaksız meraları, soğuk mezarlıkları ve kışı düşündüm. Ve Şaxiro... O sadece bir kuş değildi. Bir hakikat arayışçısının, bir özgür insanın geride bıraktığı tek canlıydı. Bana güvenmişti ve gitmeden önce bende kalmasını istemişti.

Balkonumda yazdan kalan ve direnerek hayatta kalmayı başarabilmiş tek bir çiçeğin, bir zambağın, boy verdiği büyükçe bir saksıya, onu başka bir canlıya dönüştürme umuduyla, son bir kez öpüp koklayarak bıraktım. Ölü sebze ve çiçeklerin saksılarındaki toprakları, bir bardak su ile birlikte ona verdim. Gidenler yüzünden çoktandır bir enkaza dönüşmüş olan bu ev, artık bir mezardı. Derin bir "of" çektim. Bir sigara sardım kendime. Birkaç nefes duman çektim. Ve sonra bir türkü tutturdum:  
"...
Gökler yüksek toprak derin
Rüzgar eser serin serin
Senin olsun çiçeklerin
Bu mezarda bir garip var..."

24-25 Kasım 2015

[1] https://www.youtube.com/watch?v=ef-4Bv5Ng0w
[2] Chopin: Tuşlara adanmış bir ömür, Aydın Büke, Can Yayınları
[3] https://tr.wikipedia.org/wiki/Kullan%C4%B1c%C4%B1:Mrtgok