Yine yıllar geçmiş buraya yazmayalı.
Soran, bakan olursa selam ederiz,
Dostça, yoldaşça saygı ve sevgilerimizi sunarız.
Günümüz olmuyor ki düşünmeyelim, anımsamayalım,
lakin düşünüyoruz ki iyidir ve bilinsin ki iyiyiz;
bilinsin ki bir aradayız, dipdiriyiz, tüm direngenliğimizle çoğalarak geliyoruz.
Bilinsin.
Bilelim; sesimiz ulaşıyor mu o güzel yıldızlara, ulu göğe, hele bir bilelim?
Şu Dersimde bir kuş olsam
Kanatlanıp uçsam şimdi
Oğul oğul
Gitti gönlümün sultanı
Dağ oldu büyüdü şimdi
Şahin gibi yücelerde
Savrulup göçtü şimdi”
Güneş tam tepemde durmuş bana gülümseyerek
bakıyor. Önünden parça parça bulutlar geçiyor, koşar adımlarla. Güneş tam
tepemde durmuş göz kırpıyor bana. Biraz ilerimde bir ırmak düz bir çizgi çizerek
akıyor. Karşı yakasında yaşlı bir çınar ağacı tüm yeşilliği ve
azametiyle öylece dikilmiş duruyor. Irmağın kenarı boyunca uzanan yükseltiye
sırtımı verip, gözlerimi hafifçe kapatıyorum. Çoraplarımı çıkarıp, ayak
bileklerim suyun içinde kalacak şekilde suya dokunuyorum. Kollarımı iki yana
açarak, avuç içlerimi gökyüzüne doğru çeviriyorum. Az ileride bir yükseltinin
üzerinde biriktirdiği suyu bir bardağa belli bir ahenk içinde boşaltırcasına taşlar
arasından gönderen şelalenin seslerine, ırmak kuşlarının sesi karışıyor. Kuşlar
en güzel türküleri söylüyorlar bugün. Göz kapaklarımda güneşin sıcaklığını
hissediyorum. Kalp atışlarım şelalenin çıkardığı seslere, kuşların türkülerine
uyum sağlıyor. Avuç içimde bir serçenin, korkudan titreyen göğsünü ve onun
sıcaklığını hissediyorum. Göğsüm terliyor. Ayaklarım üşüyor.
Muazzam bir alkış sesi ile gözlerimi
açıyorum. Şelalenin yerinde siyah, kocaman bir piyano, taşların yerinde, piyanonun
başında bir adam duruyor ve dört bir yöne başı ile selam veriyor. Irmak
yatağına yüzlerce insan doluşmuş; kimi iskemlelerde, kimi yerlerde oturuyor.
Güneşin yerini, tavandan sarkan bilmem kaç mumluk kocaman bir avizeye bırakmış.
Kuşlar ve şelale sesi uğultuya dönüşmüş. Gözlerimi kapatıp tekrar açıyorum.
Nafile, değişen bir şey yok.
Çınar ağacının yerinde kısa, beyaz
sakallı, uzun boylu, zayıfça bir ihtiyar ayakta kalabalığa hitap ediyor. Bir
hikaye anlatıyor. Hikaye gibi bir yaşam öyküsü. “Bu” diyor, “FrédéricChopin’dir, güzel beyler
ve hanımlar!” “Dinlediğiniz de ona ait, dört no’lu prelüde…”[1]
İhtiyarın anlatımına göre, Chopin daha
yirmi yaşında toy bir delikanlı iken sevgili dostu Tytus Woyciechowski’ye
yazdığı mektupta; “Yolculuğuma ne zaman başlamam gerektiğine karar veremiyorum.
Sanki bu kez evden tümüyle ayrılacakmışım gibi bir duyguya kapılıyorum. Sanki
bu yolculuk beni ölüme götürecek. İnsanın hep yaşadığı yerlerden uzakta ölmesi
ne kadar acı olmalı. Son nefesimde en sevdiklerimin yüzü yerine, bir doktorun
buz gibi yüzünü ya da yabancı bir hizmetçiyi görmek ne kadar acı olurdu…” [2] diyerek uzun zamandır planladığı yolculuğun tarihini kestirememekten
yakınıyordu. Kendimi ve yazıdan öteye geçmemiş, geçememiş olan “gitme
talimlerimi” Chopin ve mektubunda gördüm. Ama Chopin nihayet yolculuğa çıkıyor
ve daha otuz dokuz yaşındayken “vatanım” dediği Polonya’dan çok uzakta,
Paris’te, vatan hasreti içinde ölüyor. Vasiyeti üzerine kalbi çıkarılıp,
Varşova’da bir kilisenin sütununun dibine gömülüyor.
Bu umutsuz hayat hikayesi ve piyano
tuşlarının yaydığı lezzetli seslerin verdiği karmaşık hislerle dışarı çıkıp,
ellerim titreyerek bir dolgun sigara sarıyorum kendime. Bir sigara da yanımda
beni yalnız bırakmayan arkadaşıma… Evin yolunu tutuyoruz beraber. Dolapta
bulduğumuz bir birayı paylaşıp, üzerine çayı katık ederek, biraz sohbet
ekliyoruz soframıza. Üşüdüğümü hissedip üzerime bir battaniye alıyorum. Bir
önceki gece kullanmadığım uyku hakkımın ve tüm günün verdiği yorgunluğun
etkisine battaniyenin verdiği sıcaklık da ekleniyor ve gözlerim kapanıyor
istemsiz.
Kendimi Sivas'ın doğduğum köyünde çocukken
buluyorum, yine bir sıcak yaz günü. Beyaz çediklerimizle o odadan bu odaya,
koşturup duruyoruz kardeşimle. Anam bir küfür sallıyor arkamızdan:"soyuna
gıran giresiciler"... Evin içinde olmamıza rağmen, yüzümde güneşin
sıcaklığını hissediyorum. Ayaklarım üşüyor bir yandan. Üzerimdeki battaniyeyi
ayaklarıma doğru çeken arkadaşımın hareketi ile uyanıyorum. Rüyaymış diyorum
gördüğüm, güzel bir rüyaymış. Devam ederim umuduyla tekrar gözlerimi
kapatıyorum. Bu sefer evin önündeki harmanda döveni öküze bağlamakta olan
babamın gözlerinin içine bakarken buluyorum kendimi. Yanımda yine kardeşim var.
Babam bir el işareti yapıyor. Alıyoruz mesajını ve hemen koşup
dövenin üstüne çıkıyoruz. Babam ortamızda, dövenle beraber hareket ediyoruz. Ortada bir saman yığının etrafında daireler çiziyoruz. Dirgen kalktıkça yığın küçülüyor. Güneş yine tepede dikilmiş, öylece bize bakıyor. Yer saman ile kaplı, gök saman
rengi. Her yer saman sarısı. Kardeşimle birbirimizi itip, dövenden düşürmeye
çalışıyoruz. Gülüyoruz bir yandan, babamın kızgın bakışlarına kadar. Korkuyoruz
ve dövenin üstüne çömeliyoruz. Suratımız asılıyor, "ne var yani
bunda" diye iç geçiyoruz.
Ağlamaklı mı gülümsemeli mi kestiremediğim, tekrarlayan, sabit bir tonda bir sesin bana seslendiğini duyarak gözlerimi açıyorum.
Sanki "Bak cano ne buldum?" der gibi iki avucunu açmış halde arkadaşım
duruyor karşımda. Umursamıyorum. Rüyamı daha cezbedici bularak, tekrar gözlerimi kapatıyorum.
Ses tonu değişmeden ismimi tekrarlamaya devam ediyor. Bu sefer hiddetle başımı
kaldırıyorum, kanepenin rahatsız başlığından. Dikkatimi toplayarak bakıyorum;
arkadaşım aynı şekilde duruyor ve ağlayarak ismimi tekrarlamaya devam ediyor.
Arkadaşım ağlıyor. Hızlıca yattığım yerden kalkıp, yanına gidiyorum. Birbirine
birleştirdiği avuçlarında hareketsiz bir şekilde, gözleri açık Şaxiro duruyor.
Şaxiro ölmüş. Arkadaşım ağlıyor ve Şaxiro nefes almıyor. Ben korkuyorum ama
arkadaşım ağlıyor. Daha sonra nasıl yaptığıma şaşırarak, arkadaşımın avucundan
kuşu kendi avuçlarıma alarak salondan çıkarıp mutfağa götürüyorum. Arkadaşım
hıçkırıklarla ağlamaya devam ediyor. Mutfak tezgahının üzerine bıraktığım
Şaxiro'nun göğsüne dokunuyorum. Hala sıcacık ve gözleri açık bana bakıyor.
Elimle göğsüne git-gel halinde basınç uyguluyorum, kalp masajı yapar gibi. Hala
hareket yok. Ne yapacağımı bilmiyorum. Arkadaşım geliyor mutfağa,
engelleyemiyorum. O da dokunuyor kuşun göğsüne, ağlayarak. Çare yok, Şaxiro
ölmüş.
Nasıl, niçin öldü bilmiyorum, sormuyorum, soramıyorum?
Arkadaşım ağlıyor. Mutfağın muşamba kaplı soğuk zeminine oturuyor. Yetişkin bir insanın ağlaması en son görmek isteyeceğim şeylerden biridir. Oysa ben sık sık ağlarım,
saklamayı da beceremem tuzlu gözyaşlarımın varlığını. Arkadaşım ağlıyor, ben
kendimi kasıyorum. Yere çömelip, arkadaşımın başını ellerimin arasına alıyorum.
Ona sarılıp, saçlarını okşuyorum. Gözyaşlarına dokunuyorum. Arkadaşım ağlıyor. Biraz zorlayarak mutfaktan çıkarıp, salona getirmeye
çalışıyorum. Son bir kez tezgahta duran Şaxiro'ya bakmaya çalışıyor. Önüne
geçip engelliyorum. Salona geçiyoruz. Arkadaşım salonda, rüyaya daldığım kanepenin
dibine oturup ağlamaya devam ediyor. Ne yapacağımı bilmiyorum. Kendi acımı saklayıp, onu teskin etmeye çalışıyorum. "Zaten yaşlandı, bugün yarın
ölecekti. Tesadüf o ki senin ellerinde öldü" diyorum. Dediğime kendim de
inanmıyorum. Daha bir yarım saat kadar önce cıvıl cıvıldı ve iki yıldır olduğu
gibi sevdiği Şaxira'yı tüm enerjisiyle "taciz etmeye" devam ediyordu. Türkçe
çaldığımız şarkılarda susup, Kürtçe stranlarda avazı çıktığı kadar şarkıya
eşlik ediyordu. İsmi bu yüzden Şaxiro idi. Büyük Kürt dengbêj Şaxiro'dan geliyordu. [3]
Arkadaşım kalktı ve iki sokak ötedeki
evine gitmek üzere kapıya yöneldi. "Eşlik edeyim" dedim, istemeye
istemeye. Oysa tek istediğim yalnız kalmak ve hıçkıra hıçkıra ağlamak, kendi
gerçekliğime bürünmek idi. Yaklaşık bir saattir yüzüme taktığım maskeyi atmak,
parçalamak istiyordum. "Ben giderim" dedi, o da yalnız kalmak
istiyordu. Ve ağlayarak çıktı kapıdan. İçeri yöneldim. El kadar büyüklükteki
kuşun yokluğu salonun ortasında öylece durup bana iri gözlerle bakıyordu.
Şaxira, bu yokluğa yalnızlığını katarak eşlik ediyordu. Çantamdan hızlıca
çıkardığım ıslak mendille elimdeki ölü izini silmeye çalıştım. Sonra kanepeye
uzandım. Uyumaya çalıştım. Üşümüyordum artık ve battaniyeye gerek yoktu.
Uyuyamadım. Yatak odama geçip, kendi yatağıma uzandım. Yine uyuyamadım. Şaxiro
artık yoktu. Ve onun yokluğunu, bir daha olmayacağını, Şaxira'yı düşündüm.
Yatağımda bir o yana bir bu yana döndüm, uyumaya çalıştım. Gözlerim doluyor ama
bir türlü taşmıyordu.
Sabah gözyaşları ile uyandım. Henüz
uykudayken gözlerimden süzülen ve gözlerim ile dudaklarım arasındaki engebeli
yolu katederek dudaklarıma kadar ulaşmayı başaran tuzlu esrik göz yaşının
verdiği o tat uyandırdı beni. Sebebi neydi bu gözyaşlarının? Şaxiro geldi aklıma. Dün
geceyi düşündüm. "Bu olanların hepsi rüya olmalı" dedim.
"Şaxiro şimdi salonda yemek masasının üzerinde Şaxira ile didişiyordur
kesin" dedim. Bu dediklerime kendim de inanmadım. Dün geceyi ve olup biten
her şeyi en ince ayrıntısına kadar hatırlıyordum ve ben vazgeçtim rüyalarımın
ayrıntısından kendisini bile hatırlayamıyordum çoğu zaman. Yatağımdan kalkmadan
ince bir sigara sardım. Sigarayı henüz yarılamadan komodinin üzerine basarak
söndürdüm. "Sabah uyanır uyanmaz sigara yakma alışkanlığımdan
vazgeçmeliyim" dedim kendi kendime, her sabahki rutin serzenişle. Hızlıca
giyinip, salonla mutfak arasında bulunan dış kapıya doğru yöneldim. Tam ortada
durdum. Sağ taraftan, salondan, genelde pek bir sessiz olan Şaxira'nın sesi
geliyordu. Tüm kaçırma girişimlerime rağmen, bir an gözlerim mutfak tezgahının
üzerinde sırt üstü hareketsizce yatmakta olan Şaxiro'ya ilişti. Bir kabahat işlemişçesine
gözlerimi toplayıp, kapıyı çarparak dışarı attım kendimi. Saniye geçmeden
kendimi sokakta buldum. Onca merdiven basamağını bir çırpıda inmiştim.
Tüm gün
işyerimde Kürt dengbêj Şaxiro'yu ve Chopin'i dinledim. Kuşları ve ölüleri
düşündüm. Özgürlük savaşçılarını, heval Koçgîrî'yi, Rasih'i, dağ başlarını,
baharı, ırmakları, güneşi, uçsuz bucaksız meraları, soğuk mezarlıkları ve kışı
düşündüm. Ve Şaxiro... O sadece bir kuş değildi. Bir hakikat arayışçısının, bir
özgür insanın geride bıraktığı tek canlıydı. Bana güvenmişti ve gitmeden önce
bende kalmasını istemişti.
Balkonumda
yazdan kalan ve direnerek hayatta kalmayı başarabilmiş tek bir çiçeğin, bir
zambağın, boy verdiği büyükçe bir saksıya, onu başka bir canlıya dönüştürme
umuduyla, son bir kez öpüp koklayarak bıraktım. Ölü sebze ve çiçeklerin
saksılarındaki toprakları, bir bardak su ile birlikte ona verdim. Gidenler
yüzünden çoktandır bir enkaza dönüşmüş olan bu ev, artık bir mezardı. Derin bir
"of" çektim. Bir sigara sardım kendime. Birkaç nefes duman çektim. Ve sonra bir türkü tutturdum:
"...
Gökler yüksek toprak derin
Rüzgar eser serin serin
Senin olsun çiçeklerin
Bu mezarda bir garip var..."
24-25 Kasım 2015
[1] https://www.youtube.com/watch?v=ef-4Bv5Ng0w
[2] Chopin: Tuşlara adanmış bir ömür,
Aydın Büke, Can Yayınları
Soğuk bir yılbaşı günü, o günü, sizinle geçirmek üzere güzel Kadıköy'den, yanından bir dakika bile ayrılmak istemediğim arkadaşımın yanından ayrılıp gelmiştim yanınıza, geç vakit. Erken saatte özenle kurduğunuz sofra, ben gelene dek hiç bozulmadan öylece duruyordu.
Nereden bilebilirdim ki o gün seni son kez göreceğimi. Sahi kendi öz anamı en son ne zaman gördüm?
Ve sonra sol yanına oturdum. "Bana rakı doldurun" dedin. İlk yudumda yarıladın rakı bardağını. Bir kadeh daha isteyip, onu da aynı hızla içmiştin. Ah yadê o gün öğrendim; sadece hareket ederken bizden yavaştın, oysa hepimizden daha hızlı içiyordun. Yaşlılık, sadece eklemlerinin zorlanması, saçının akı, yüzündeki kırışıklıklardan ibaretti ki bu kırışıklıklar yüzünde hep yerleşik olan tebessümü gizleyemiyordu.
Sürekli bir şeyler anlatırdın, yarısını
anlamazdım. Anlamasam da ilgiyle dinlerdim, güzel Kürtçe dilinde kurduğun
cümleleri.
Dünyalar güzeli Sarya, Zilan ve Beritan
yeğenlerimin Kürt genlerinde pay sahibi, yadê Fate! Ruhun şad olsun, pirler,
seyidler, onikiler, kırklar yoldaşın olsun.
Nobel Kimya Ödülü'nü Aziz Sancar'ın kazanması üzerine
tartışmalar almış başını gidiyor. Üniversiteyi Türkiye'de okumuş olması
üzerinden, etnik kökenine dair kendi söylemleri üzerinden bir anda sahipleniyor
ve çoğu insanın zaten kabarık halde bulunan "yüce" milli duygularını
taşırıyor. Tüm burjuva basın (ulusalcısından, dincisine) "Türklüğü"
üzerinden methiyeler düzüyor.
Orhan Pamuk'un Nobel Edebiyat ödülü kazanması üzerine katledilen Ermeniler ve
Kürtler ile ilgili söylediklerinden bir anda hakkında linç kampanyası
başlatılmıştı, bunu bir kenara yazalım, unutmayalım.
Neyse esas meseleye gelecek olursak;
Kimse bu ülkenin bir üniversitesinde iken çalışmalar yapan "bilim
insanlarının" akademik çalışmalarının, başarılarının yetersizliğinden
bahsetmiyor.
Kimse üniversitelerdeki kadrolaşmalardan, üniversitelerin
piyasalaştırılmasından bahsetmiyor.
Kimse üniversitelerin içindeki mobil karakollardan, polis ve ÖGB
teröründen, bunlarla işbirliği içindeki akademisyen ve okul
yönetimlerinden bahsetmiyor.
Kimse öğrencilerine "daha çok para kazanma yollarını"
anlatan akademisyenlerden bahsetmiyor.
Kimse seçimleri kazanmasına rağmen, kaybeden akademisyeni, rektör
olarak atayan diktatörden bahsetmiyor. Tüm duyu organları, beyni,
eklemleri iktidarın güdümünde olan akademisyenleri gören yok.
Kimse akademisyen olup, laboratuvarlarını, derslerini yüksek lisans ve
doktora öğrencilerine teslim edip, vaktini, bilgisini sermayeye harcayarak
danışmanlık yapan akademisyenlerden bahsetmiyor.
Kimse akademide kalmak isteyip, bunun için yanıp tutuşan, açılan
araştırma görevlisi kadrosuna başvuran ancak kendi yerine sadece eğitimi
devam ettiği sırada para da kazanmak isteyen bilimle, akademi ile ilgisi
olmayan öğrenciye, sırf kendisine yakın diye mülakkatta yardımcı olup,
atanmasını sağlayan akademisyenlere bir şey demiyor. Bilim tutkunu
gençlerin özel sektörün kucağına atılmasına ses çıkaran yok.
Kimse Türkiye üniversitelerinin bilimsellikten, demokrasiden her geçen
gün ne kadar uzaklaştığını kabul etmiyor, görmüyor.
Bunları, gören, farkında olan, yaşayan kimse mi yok?
Elbette var, bir avuç insan.
"Hee, essah diyon be Hüseyin Ağa, haggatten sence neoleccek bu işlee?
Valla noolcek, olecee bi şey yok! döneceez döneceez, ayni yere geleceez. Yaum
ben şimde deyyom kii, yanii, bu esas tütün tütün meselesi, tütün tütünün baş
fiyatı noolcek?"
Anadilim "Türkçe" benim. "Türkçe"
konuşuyor, "Türkçe" yazıyorum. "Türkçe" konuşup,
"Türkçe" yazmama rağmen, "Kürtçe" düşünüyorum. Bununla da
yetinmeyip, "Kürtçe" yaşıyorum. "Kürtçe" yemek yeyip,
"Kürtçe" içiyorum. "Türkçe" türk-ü söylüyorum ama
"Kürtçe" dinliyorum. Ape Musa gibi "Kürtçe" ıslık da
çalabiliyorum.
Ağaçlara, kurda-kuşa, güneşe-aya-buluta,
yağmura-kara-doluya, bahara-yaza, bilumum börtü böceğe, tüm doğaya, her gün
"Türkçe"; "merhaba" diyor ama tüm bunları "Kürtçe" görüyorum. Tüm
sınırları, coğrafyaları, ülkeleri, küçücük adaları "Türkçe" okudum.
Bin bir türlü yıldızın, çiçeğin adını "Türkçe" ezber ettim. Ama
onlara "Kürtçe" bakıyorum, "Kürtçe" görüyorum.
Termodinamiğin tüm kanunlarını,
kuantumu, olasılığı, evrimi, yer çekimini; Aynştayn'ı, Nivtın'ı, Tesla'yı, Meri
Küri'yi, Bernolli'yi, Hayzenberg'i; Da Vinsi'yi, Pikasso'yu, Dali'yi, Klimt'i,
Frida'yı; Bethovın'ı, Mozart'ı, Vivaldi'yi, Ahmet Kaya'yı beş duyu organımla
"Türkçe" tanıdım ama herbirini "Kürtçe" düşündüm.
Bir kadına "Kürtçe"
sevdalandım, ona "Türkçe"; "sevdiğim" dedim. O beni
"Türkçe" terkederken, ben O'na "Kürtçe" bağlanmıştım.
"Türkçe" gülüp hep beraber, "Kürtçe" ağladım tek başıma.
"Türkçe" kalabalıklaşıp, "Kürtçe" yalnızlaştım.
Bana yirmüçer "Türkçe"
kromozom veren ana ve babam var. Ama "Kürtçe" çocuklarını kaybetmiş
binlerce "Kürtçe" ana ve babam da var. Ve benim "Kürtçe"
komşularım, "Kürtçe" arkadaşlarım var, hiçbirinizin bilemeyeceği.
Üstelik, inanmayacaksınız ama "Kürtçe" kardeşlerim de var benim,
"Türkçe" şiirler yazan "Kürtçe" şairin dediği gibi;
"her biri bir cihan parçası"... "Kürtçe" düşünen,
"Kürtçe" çalışan, "Kürtçe" savunma yapan,
"Kürtçe" aşık olan, "Kürtçe" savaşan kardeşler...
"Gocunmayın
güzel hanımlar ve beyler!" Ben bir dilim; "Türkçe" doğdum.
Büyüdüm; "Kürtçe" oldum. "Koçero bir vazgeçiştir" der Hasan
Hüseyin; "bir vazgeçiş!"
Gün bitti. Aldım demir atımı düştüm yola, nereye gittiğimi bilmeden.
Yol bitti, denizi gördüm. Bir elma ağacının gölgesinde boş bir yer bulup, dibindeki çimene uzandım. Bir sigara ve bir sigara daha yaktım. Derken zulamdaki sigara bitti. Çantamdaki yarım kalmış kitabı çıkardım. O da bitti. Tam kalkmaya yeltenirken, bir sokak köpeği peydah oldu karşımda. Öylece bana bakıyordu. Bir gözü ürkütücü derecede kıpkırmızıydı. Elimi uzattım, biraz daha yaklaştı. Başını okşamaya başladım, yanıma uzanıverdi. Sırtını okşamaya başladım, patisini bacağıma uzattı. Karnını okşadım, dökülmekte olan tüylerini parmaklarımı tarak yaparak topladım, sevdim. Az ileride duran gece lambasının dibine bir adam yaklaştı. Bir şeyler bıraktı. Köpek birden kalktı, oraya doğru gitti. Adamın bıraktığı, köpek mamasıymış. Benim ona verebilecek başka birşeyim yoktu. Mama bitti, köpek gitti.
Demir atla düştük dönüş yoluna. Ve karşımda güneş gibi kocaman ve ışıl ışıl dolunayı görmemle durmam bir oldu. Boş bir bank bulup, en ucuna iliştim. Dolunayı seyre başladım. Derken bir kadın oturmak için müsaade isteyerek, bankın diğer ucuna oturdu. Bağdaş kurdu benim gibi. "Merhaba" dedi. Başımı öne doğru hafifçe eğdim. O da dolunayı izlemeye başladı. Kulaklıklarımı takıp, radyoyu açtım. Çok sevdiğim bir şarkı çalılıyordu: "Okulda defterime, sırama, ağaçlara yazarım aadınııı..." Şarkı bitti, kadın gitti. Kadın dolunaya daha da yaklaşmak istercesine ilerideki kayalıklara oturdu. Sonra bir kedi yaklaştı kadının yanına. Kadın çantasını açtı ve bir paket çıkardı. Kayanın üzerine döktü. Kadının döktüğü kedi mamasıymış. Mama bitti. Kedi kadınla birlikte gitti. İnsanlar geçiyordu sürekli önümden. Gözlerimin önünde bir gidip, bir geliyordu dolunay. Tam bu gidiş gelişlere alışmışken, kara giyimli bir adam dolunayla aramda duran kayanın üzerinde dikildi ve kaldı öylece. Dolunay gitti.
Hırsla kalktık demir atla, yalnız kalamayacaktık anlaşılan. Devam ederken yola, bir okulun bahçesinden yükselen sesler durdurdu bizi. Eksik kalandı bu. Yoldaki araç trafiğini yararak ortadan ikiye, "girdim içeri kapıdan, öylece bakakaldım gözümü ayırmadan" Hayır, hayır Cem Karaca değildi bu. Hem o öldü çoktan. Sesi onun sesine benzer bir şair kendi yazdığı şiirleri okuyordu. Çekilip bir kenara dinlemeye koyuldum. En son "Can Yücel" dedi. Ve ekledi: "Bağlanmayacaksın!". Dizeler bitti, şair gitti. Çok geçmeden yol bitti. Gün bitti.