25 Kasım 2015 Çarşamba

CHOPIN VE BENİM DENGBÊJLERİM

“…
Şu Dersimde bir kuş olsam
Kanatlanıp uçsam şimdi
Oğul oğul
Gitti gönlümün sultanı
Dağ oldu büyüdü şimdi
Şahin gibi yücelerde
Savrulup göçtü şimdi” 

Güneş tam tepemde durmuş bana gülümseyerek bakıyor. Önünden parça parça bulutlar geçiyor, koşar adımlarla. Güneş tam tepemde durmuş göz kırpıyor bana. Biraz ilerimde bir ırmak düz bir çizgi çizerek akıyor. Karşı yakasında yaşlı bir çınar ağacı tüm yeşilliği ve azametiyle öylece dikilmiş duruyor. Irmağın kenarı boyunca uzanan yükseltiye sırtımı verip, gözlerimi hafifçe kapatıyorum. Çoraplarımı çıkarıp, ayak bileklerim suyun içinde kalacak şekilde suya dokunuyorum. Kollarımı iki yana açarak, avuç içlerimi gökyüzüne doğru çeviriyorum. Az ileride bir yükseltinin üzerinde biriktirdiği suyu bir bardağa belli bir ahenk içinde boşaltırcasına taşlar arasından gönderen şelalenin seslerine, ırmak kuşlarının sesi karışıyor. Kuşlar en güzel türküleri söylüyorlar bugün. Göz kapaklarımda güneşin sıcaklığını hissediyorum. Kalp atışlarım şelalenin çıkardığı seslere, kuşların türkülerine uyum sağlıyor. Avuç içimde bir serçenin, korkudan titreyen göğsünü ve onun sıcaklığını hissediyorum. Göğsüm terliyor. Ayaklarım üşüyor.

Muazzam bir alkış sesi ile gözlerimi açıyorum. Şelalenin yerinde siyah, kocaman bir piyano, taşların yerinde, piyanonun başında bir adam duruyor ve dört bir yöne başı ile selam veriyor. Irmak yatağına yüzlerce insan doluşmuş; kimi iskemlelerde, kimi yerlerde oturuyor. Güneşin yerini, tavandan sarkan bilmem kaç mumluk kocaman bir avizeye bırakmış. Kuşlar ve şelale sesi uğultuya dönüşmüş. Gözlerimi kapatıp tekrar açıyorum. Nafile, değişen bir şey yok.

Çınar ağacının yerinde kısa, beyaz sakallı, uzun boylu, zayıfça bir ihtiyar ayakta kalabalığa hitap ediyor. Bir hikaye anlatıyor. Hikaye gibi bir yaşam öyküsü. “Bu” diyor, “Frédéric Chopin’dir, güzel beyler ve hanımlar!” “Dinlediğiniz de ona ait, dört no’lu prelüde…”[1]


İhtiyarın anlatımına göre, Chopin daha yirmi yaşında toy bir delikanlı iken sevgili dostu Tytus Woyciechowski’ye yazdığı mektupta; “Yolculuğuma ne zaman başlamam gerektiğine karar veremiyorum. Sanki bu kez evden tümüyle ayrılacakmışım gibi bir duyguya kapılıyorum. Sanki bu yolculuk beni ölüme götürecek. İnsanın hep yaşadığı yerlerden uzakta ölmesi ne kadar acı olmalı. Son nefesimde en sevdiklerimin yüzü yerine, bir doktorun buz gibi yüzünü ya da yabancı bir hizmetçiyi görmek ne kadar acı olurdu…” [2] diyerek uzun zamandır planladığı yolculuğun tarihini kestirememekten yakınıyordu. Kendimi ve yazıdan öteye geçmemiş, geçememiş olan “gitme talimlerimi” Chopin ve mektubunda gördüm. Ama Chopin nihayet yolculuğa çıkıyor ve daha otuz dokuz yaşındayken “vatanım” dediği Polonya’dan çok uzakta, Paris’te, vatan hasreti içinde ölüyor. Vasiyeti üzerine kalbi çıkarılıp, Varşova’da bir kilisenin sütununun dibine gömülüyor.

Bu umutsuz hayat hikayesi ve piyano tuşlarının yaydığı lezzetli seslerin verdiği karmaşık hislerle dışarı çıkıp, ellerim titreyerek bir dolgun sigara sarıyorum kendime. Bir sigara da yanımda beni yalnız bırakmayan arkadaşıma… Evin yolunu tutuyoruz beraber. Dolapta bulduğumuz bir birayı paylaşıp, üzerine çayı katık ederek, biraz sohbet ekliyoruz soframıza. Üşüdüğümü hissedip üzerime bir battaniye alıyorum. Bir önceki gece kullanmadığım uyku hakkımın ve tüm günün verdiği yorgunluğun etkisine battaniyenin verdiği sıcaklık da ekleniyor ve gözlerim kapanıyor istemsiz. 

Kendimi Sivas'ın doğduğum köyünde çocukken buluyorum, yine bir sıcak yaz günü. Beyaz çediklerimizle o odadan bu odaya, koşturup duruyoruz kardeşimle. Anam bir küfür sallıyor arkamızdan:"soyuna gıran giresiciler"... Evin içinde olmamıza rağmen, yüzümde güneşin sıcaklığını hissediyorum. Ayaklarım üşüyor bir yandan. Üzerimdeki battaniyeyi ayaklarıma doğru çeken arkadaşımın hareketi ile uyanıyorum. Rüyaymış diyorum gördüğüm, güzel bir rüyaymış. Devam ederim umuduyla tekrar gözlerimi kapatıyorum. Bu sefer evin önündeki harmanda döveni öküze bağlamakta olan babamın gözlerinin içine bakarken buluyorum kendimi. Yanımda yine kardeşim var. Babam bir el işareti yapıyor. Alıyoruz mesajını ve hemen koşup dövenin üstüne çıkıyoruz. Babam ortamızda, dövenle beraber hareket ediyoruz. Ortada bir saman yığının etrafında daireler çiziyoruz. Dirgen kalktıkça yığın küçülüyor. Güneş yine tepede dikilmiş, öylece bize bakıyor. Yer saman ile kaplı, gök saman rengi. Her yer saman sarısı. Kardeşimle birbirimizi itip, dövenden düşürmeye çalışıyoruz. Gülüyoruz bir yandan, babamın kızgın bakışlarına kadar. Korkuyoruz ve dövenin üstüne çömeliyoruz. Suratımız asılıyor, "ne var yani bunda" diye iç geçiyoruz.


Ağlamaklı mı gülümsemeli mi kestiremediğim, tekrarlayan, sabit bir tonda bir sesin bana seslendiğini duyarak gözlerimi açıyorum. Sanki "Bak cano ne buldum?" der gibi iki avucunu açmış halde arkadaşım duruyor karşımda. Umursamıyorum. Rüyamı daha cezbedici bularak, tekrar gözlerimi kapatıyorum. Ses tonu değişmeden ismimi tekrarlamaya devam ediyor. Bu sefer hiddetle başımı kaldırıyorum, kanepenin rahatsız başlığından. Dikkatimi toplayarak bakıyorum; arkadaşım aynı şekilde duruyor ve ağlayarak ismimi tekrarlamaya devam ediyor. Arkadaşım ağlıyor. Hızlıca yattığım yerden kalkıp, yanına gidiyorum. Birbirine birleştirdiği avuçlarında hareketsiz bir şekilde, gözleri açık Şaxiro duruyor. Şaxiro ölmüş. Arkadaşım ağlıyor ve Şaxiro nefes almıyor. Ben korkuyorum ama arkadaşım ağlıyor. Daha sonra nasıl yaptığıma şaşırarak, arkadaşımın avucundan kuşu kendi avuçlarıma alarak salondan çıkarıp mutfağa götürüyorum. Arkadaşım hıçkırıklarla ağlamaya devam ediyor. Mutfak tezgahının üzerine bıraktığım Şaxiro'nun göğsüne dokunuyorum. Hala sıcacık ve gözleri açık bana bakıyor. Elimle göğsüne git-gel halinde basınç uyguluyorum, kalp masajı yapar gibi. Hala hareket yok. Ne yapacağımı bilmiyorum. Arkadaşım geliyor mutfağa, engelleyemiyorum. O da dokunuyor kuşun göğsüne, ağlayarak. Çare yok, Şaxiro ölmüş.

Nasıl, niçin öldü bilmiyorum, sormuyorum, soramıyorum? Arkadaşım ağlıyor. Mutfağın muşamba kaplı soğuk zeminine oturuyor. Yetişkin bir insanın ağlaması en son görmek isteyeceğim şeylerden biridir. Oysa ben sık sık ağlarım, saklamayı da beceremem tuzlu gözyaşlarımın varlığını. Arkadaşım ağlıyor, ben kendimi kasıyorum. Yere çömelip, arkadaşımın başını ellerimin arasına alıyorum. Ona sarılıp, saçlarını okşuyorum. Gözyaşlarına dokunuyorum. Arkadaşım ağlıyor. Biraz zorlayarak mutfaktan çıkarıp, salona getirmeye çalışıyorum. Son bir kez tezgahta duran Şaxiro'ya bakmaya çalışıyor. Önüne geçip engelliyorum. Salona geçiyoruz. Arkadaşım salonda, rüyaya daldığım kanepenin dibine oturup ağlamaya devam ediyor. Ne yapacağımı bilmiyorum. Kendi acımı saklayıp, onu teskin etmeye çalışıyorum. "Zaten yaşlandı, bugün yarın ölecekti. Tesadüf o ki senin ellerinde öldü" diyorum. Dediğime kendim de inanmıyorum. Daha bir yarım saat kadar önce cıvıl cıvıldı ve iki yıldır olduğu gibi sevdiği Şaxira'yı tüm enerjisiyle "taciz etmeye" devam ediyordu. Türkçe çaldığımız şarkılarda susup, Kürtçe stranlarda avazı çıktığı kadar şarkıya eşlik ediyordu. İsmi bu yüzden Şaxiro idi. Büyük Kürt dengbêj Şaxiro'dan geliyordu. [3]


Arkadaşım kalktı ve iki sokak ötedeki evine gitmek üzere kapıya yöneldi. "Eşlik edeyim" dedim, istemeye istemeye. Oysa tek istediğim yalnız kalmak ve hıçkıra hıçkıra ağlamak, kendi gerçekliğime bürünmek idi. Yaklaşık bir saattir yüzüme taktığım maskeyi atmak, parçalamak istiyordum. "Ben giderim" dedi, o da yalnız kalmak istiyordu. Ve ağlayarak çıktı kapıdan. İçeri yöneldim. El kadar büyüklükteki kuşun yokluğu salonun ortasında öylece durup bana iri gözlerle bakıyordu. Şaxira, bu yokluğa yalnızlığını katarak eşlik ediyordu. Çantamdan hızlıca çıkardığım ıslak mendille elimdeki ölü izini silmeye çalıştım. Sonra kanepeye uzandım. Uyumaya çalıştım. Üşümüyordum artık ve battaniyeye gerek yoktu. Uyuyamadım. Yatak odama geçip, kendi yatağıma uzandım. Yine uyuyamadım. Şaxiro artık yoktu. Ve onun yokluğunu, bir daha olmayacağını, Şaxira'yı düşündüm. Yatağımda bir o yana bir bu yana döndüm, uyumaya çalıştım. Gözlerim doluyor ama bir türlü taşmıyordu. 

Sabah gözyaşları ile uyandım. Henüz uykudayken gözlerimden süzülen ve gözlerim ile dudaklarım arasındaki engebeli yolu katederek dudaklarıma kadar ulaşmayı başaran tuzlu esrik göz yaşının verdiği o tat uyandırdı beni. Sebebi neydi bu gözyaşlarının? Şaxiro geldi aklıma. Dün geceyi düşündüm. "Bu olanların hepsi rüya olmalı" dedim. "Şaxiro şimdi salonda yemek masasının üzerinde Şaxira ile didişiyordur kesin" dedim. Bu dediklerime kendim de inanmadım. Dün geceyi ve olup biten her şeyi en ince ayrıntısına kadar hatırlıyordum ve ben vazgeçtim rüyalarımın ayrıntısından kendisini bile hatırlayamıyordum çoğu zaman. Yatağımdan kalkmadan ince bir sigara sardım. Sigarayı henüz yarılamadan komodinin üzerine basarak söndürdüm. "Sabah uyanır uyanmaz sigara yakma alışkanlığımdan vazgeçmeliyim" dedim kendi kendime, her sabahki rutin serzenişle. Hızlıca giyinip, salonla mutfak arasında bulunan dış kapıya doğru yöneldim. Tam ortada durdum. Sağ taraftan, salondan, genelde pek bir sessiz olan Şaxira'nın sesi geliyordu. Tüm kaçırma girişimlerime rağmen, bir an gözlerim mutfak tezgahının üzerinde sırt üstü hareketsizce yatmakta olan Şaxiro'ya ilişti. Bir kabahat işlemişçesine gözlerimi toplayıp, kapıyı çarparak dışarı attım kendimi. Saniye geçmeden kendimi sokakta buldum. Onca merdiven basamağını bir çırpıda inmiştim.

Tüm gün işyerimde Kürt dengbêj Şaxiro'yu ve Chopin'i dinledim. Kuşları ve ölüleri düşündüm. Özgürlük savaşçılarını, heval Koçgîrî'yi, Rasih'i, dağ başlarını, baharı, ırmakları, güneşi, uçsuz bucaksız meraları, soğuk mezarlıkları ve kışı düşündüm. Ve Şaxiro... O sadece bir kuş değildi. Bir hakikat arayışçısının, bir özgür insanın geride bıraktığı tek canlıydı. Bana güvenmişti ve gitmeden önce bende kalmasını istemişti.

Balkonumda yazdan kalan ve direnerek hayatta kalmayı başarabilmiş tek bir çiçeğin, bir zambağın, boy verdiği büyükçe bir saksıya, onu başka bir canlıya dönüştürme umuduyla, son bir kez öpüp koklayarak bıraktım. Ölü sebze ve çiçeklerin saksılarındaki toprakları, bir bardak su ile birlikte ona verdim. Gidenler yüzünden çoktandır bir enkaza dönüşmüş olan bu ev, artık bir mezardı. Derin bir "of" çektim. Bir sigara sardım kendime. Birkaç nefes duman çektim. Ve sonra bir türkü tutturdum:  
"...
Gökler yüksek toprak derin
Rüzgar eser serin serin
Senin olsun çiçeklerin
Bu mezarda bir garip var..."

24-25 Kasım 2015

[1] https://www.youtube.com/watch?v=ef-4Bv5Ng0w
[2] Chopin: Tuşlara adanmış bir ömür, Aydın Büke, Can Yayınları
[3] https://tr.wikipedia.org/wiki/Kullan%C4%B1c%C4%B1:Mrtgok

8 Ekim 2015 Perşembe

HER ROJ MİRİN!

Soğuk bir yılbaşı günü, o günü, sizinle geçirmek üzere güzel Kadıköy'den, yanından bir dakika bile ayrılmak istemediğim arkadaşımın yanından ayrılıp gelmiştim yanınıza, geç vakit. Erken saatte özenle kurduğunuz sofra, ben gelene dek hiç bozulmadan öylece duruyordu.

Nereden bilebilirdim ki o gün seni son kez göreceğimi. Sahi kendi öz anamı en son ne zaman gördüm?
Ve sonra sol yanına oturdum. "Bana rakı doldurun" dedin. İlk yudumda yarıladın rakı bardağını. Bir kadeh daha isteyip, onu da aynı hızla içmiştin. Ah yadê o gün öğrendim; sadece hareket ederken bizden yavaştın, oysa hepimizden daha hızlı içiyordun. Yaşlılık, sadece eklemlerinin zorlanması, saçının akı, yüzündeki kırışıklıklardan ibaretti ki bu kırışıklıklar yüzünde hep yerleşik olan tebessümü gizleyemiyordu.


Sürekli bir şeyler anlatırdın, yarısını anlamazdım. Anlamasam da ilgiyle dinlerdim, güzel Kürtçe dilinde kurduğun cümleleri. 

Dünyalar güzeli Sarya, Zilan ve Beritan yeğenlerimin Kürt genlerinde pay sahibi, yadê Fate! Ruhun şad olsun, pirler, seyidler, onikiler, kırklar yoldaşın olsun.

Her roj mirin!

 

 * 3 Ekim 2015

VAA MI BİZE YAN BAKAN HEE? (2015 NOBEL KİMYA ÖDÜLÜ ÜZERİNE)

Nobel Kimya Ödülü'nü Aziz Sancar'ın kazanması üzerine tartışmalar almış başını gidiyor. Üniversiteyi Türkiye'de okumuş olması üzerinden, etnik kökenine dair kendi söylemleri üzerinden bir anda sahipleniyor ve çoğu insanın zaten kabarık halde bulunan "yüce" milli duygularını taşırıyor. Tüm burjuva basın (ulusalcısından, dincisine) "Türklüğü" üzerinden methiyeler düzüyor. 

Orhan Pamuk'un Nobel Edebiyat ödülü kazanması üzerine katledilen Ermeniler ve Kürtler ile ilgili söylediklerinden bir anda hakkında linç kampanyası başlatılmıştı, bunu bir kenara yazalım, unutmayalım.
Neyse esas meseleye gelecek olursak; 
  • Kimse bu ülkenin bir üniversitesinde iken çalışmalar yapan "bilim insanlarının" akademik çalışmalarının, başarılarının yetersizliğinden bahsetmiyor.
  • Kimse üniversitelerdeki kadrolaşmalardan, üniversitelerin piyasalaştırılmasından bahsetmiyor. 
  • Kimse üniversitelerin içindeki mobil karakollardan, polis ve ÖGB teröründen, bunlarla işbirliği içindeki akademisyen ve okul yönetimlerinden bahsetmiyor. 
  • Kimse öğrencilerine "daha çok para kazanma yollarını" anlatan akademisyenlerden bahsetmiyor. 
  • Kimse seçimleri kazanmasına rağmen, kaybeden akademisyeni, rektör olarak atayan diktatörden bahsetmiyor. Tüm duyu organları, beyni, eklemleri iktidarın güdümünde olan akademisyenleri gören yok.
  • Kimse akademisyen olup, laboratuvarlarını, derslerini yüksek lisans ve doktora öğrencilerine teslim edip, vaktini, bilgisini sermayeye harcayarak danışmanlık yapan akademisyenlerden bahsetmiyor.
  • Kimse akademide kalmak isteyip, bunun için yanıp tutuşan, açılan araştırma görevlisi kadrosuna başvuran ancak kendi yerine sadece eğitimi devam ettiği sırada para da kazanmak isteyen bilimle, akademi ile ilgisi olmayan öğrenciye, sırf kendisine yakın diye mülakkatta yardımcı olup, atanmasını sağlayan akademisyenlere bir şey demiyor. Bilim tutkunu gençlerin özel sektörün kucağına atılmasına ses çıkaran yok.
  • Kimse Türkiye üniversitelerinin bilimsellikten, demokrasiden her geçen gün ne kadar uzaklaştığını kabul etmiyor, görmüyor.
Bunları, gören, farkında olan, yaşayan kimse mi yok? Elbette var, bir avuç insan.

Bu arada Nobel Ödüllerini çok önemsememek lazım. Bunun için sadece Nobel Barış Ödülleri listesinde, Nobel Barış Ödülü verilen kişilere bakmak yeterli. (Bknz:https://tr.wikipedia.org/wiki/Nobel_Bar%C4%B1%C5%9F_%C3%96d%C3%BCl%C3%BC_sahipleri_listesi)

"Hee, essah diyon be Hüseyin Ağa, haggatten sence neoleccek bu işlee? Valla noolcek, olecee bi şey yok! döneceez döneceez, ayni yere geleceez. Yaum ben şimde deyyom kii, yanii, bu esas tütün tütün meselesi, tütün tütünün baş fiyatı noolcek?"


*8 Ekim 2015

28 Eylül 2015 Pazartesi

KOÇERO

Anadilim "Türkçe" benim. "Türkçe" konuşuyor, "Türkçe" yazıyorum. "Türkçe" konuşup, "Türkçe" yazmama rağmen, "Kürtçe" düşünüyorum. Bununla da yetinmeyip, "Kürtçe" yaşıyorum. "Kürtçe" yemek yeyip, "Kürtçe" içiyorum. "Türkçe" türk-ü söylüyorum ama "Kürtçe" dinliyorum. Ape Musa gibi "Kürtçe" ıslık da çalabiliyorum.

Ağaçlara, kurda-kuşa, güneşe-aya-buluta, yağmura-kara-doluya, bahara-yaza, bilumum börtü böceğe, tüm doğaya, her gün "Türkçe"; "merhaba" diyor ama tüm bunları "Kürtçe" görüyorum. Tüm sınırları, coğrafyaları, ülkeleri, küçücük adaları "Türkçe" okudum. Bin bir türlü yıldızın, çiçeğin adını "Türkçe" ezber ettim. Ama onlara "Kürtçe" bakıyorum, "Kürtçe" görüyorum.



Termodinamiğin tüm kanunlarını, kuantumu, olasılığı, evrimi, yer çekimini; Aynştayn'ı, Nivtın'ı, Tesla'yı, Meri Küri'yi, Bernolli'yi, Hayzenberg'i; Da Vinsi'yi, Pikasso'yu, Dali'yi, Klimt'i, Frida'yı; Bethovın'ı, Mozart'ı, Vivaldi'yi, Ahmet Kaya'yı beş duyu organımla "Türkçe" tanıdım ama herbirini "Kürtçe" düşündüm.

Bir kadına "Kürtçe" sevdalandım, ona "Türkçe"; "sevdiğim" dedim. O beni "Türkçe" terkederken, ben O'na "Kürtçe" bağlanmıştım. "Türkçe" gülüp hep beraber, "Kürtçe" ağladım tek başıma. "Türkçe" kalabalıklaşıp, "Kürtçe" yalnızlaştım.

Bana yirmüçer "Türkçe" kromozom veren ana ve babam var. Ama "Kürtçe" çocuklarını kaybetmiş binlerce "Kürtçe" ana ve babam da var. Ve benim "Kürtçe" komşularım, "Kürtçe" arkadaşlarım var, hiçbirinizin bilemeyeceği. Üstelik, inanmayacaksınız ama "Kürtçe" kardeşlerim de var benim, "Türkçe" şiirler yazan "Kürtçe" şairin dediği gibi; "her biri bir cihan parçası"... "Kürtçe" düşünen, "Kürtçe" çalışan, "Kürtçe" savunma yapan, "Kürtçe" aşık olan, "Kürtçe" savaşan kardeşler... 

"Gocunmayın güzel hanımlar ve beyler!" Ben bir dilim; "Türkçe" doğdum. Büyüdüm; "Kürtçe" oldum. "Koçero bir vazgeçiştir" der Hasan Hüseyin; "bir vazgeçiş!"


27.09.2015

19 Ağustos 2015 Çarşamba

BİTTİ, GİTTİ

Gün bitti. Aldım demir atımı düştüm yola, nereye gittiğimi bilmeden.

Yol bitti, denizi gördüm. Bir elma ağacının gölgesinde boş bir yer bulup, dibindeki çimene uzandım. Bir sigara ve bir sigara daha yaktım. Derken zulamdaki sigara bitti. Çantamdaki yarım kalmış kitabı çıkardım. O da bitti. 

Tam kalkmaya yeltenirken, bir sokak köpeği peydah oldu karşımda. Öylece bana bakıyordu. Bir gözü ürkütücü derecede kıpkırmızıydı. Elimi uzattım, biraz daha yaklaştı. Başını okşamaya başladım, yanıma uzanıverdi. Sırtını okşamaya başladım, patisini bacağıma uzattı. Karnını okşadım, dökülmekte olan tüylerini parmaklarımı tarak yaparak topladım, sevdim. Az ileride duran gece lambasının dibine bir adam yaklaştı. Bir şeyler bıraktı. Köpek birden kalktı, oraya doğru gitti. Adamın bıraktığı, köpek mamasıymış. Benim ona verebilecek başka birşeyim yoktu. Mama bitti, köpek gitti.


Demir atla düştük dönüş yoluna. Ve karşımda güneş gibi kocaman ve ışıl ışıl dolunayı görmemle durmam bir oldu. Boş bir bank bulup, en ucuna iliştim. Dolunayı seyre başladım. Derken bir kadın oturmak için müsaade isteyerek, bankın diğer ucuna oturdu. Bağdaş kurdu benim gibi. "Merhaba" dedi. Başımı öne doğru hafifçe eğdim. O da dolunayı izlemeye başladı. Kulaklıklarımı takıp, radyoyu açtım. Çok sevdiğim bir şarkı çalılıyordu: "Okulda defterime, sırama, ağaçlara yazarım aadınııı..." Şarkı bitti, kadın gitti. Kadın dolunaya daha da yaklaşmak istercesine ilerideki kayalıklara oturdu. Sonra bir kedi yaklaştı kadının yanına. Kadın çantasını açtı ve bir paket çıkardı. Kayanın üzerine döktü. Kadının döktüğü kedi mamasıymış. Mama bitti. Kedi kadınla birlikte gitti.

İnsanlar geçiyordu sürekli önümden. Gözlerimin önünde bir gidip, bir geliyordu dolunay. Tam bu gidiş gelişlere alışmışken, kara giyimli bir adam dolunayla aramda duran kayanın üzerinde dikildi ve kaldı öylece. Dolunay gitti.


Hırsla kalktık demir atla, yalnız kalamayacaktık anlaşılan. Devam ederken yola, bir okulun bahçesinden yükselen sesler durdurdu bizi. Eksik kalandı bu. Yoldaki araç trafiğini yararak ortadan ikiye, "girdim içeri kapıdan, öylece bakakaldım gözümü ayırmadan" Hayır, hayır Cem Karaca değildi bu. Hem o öldü çoktan. Sesi onun sesine benzer bir şair kendi yazdığı şiirleri okuyordu. Çekilip bir kenara dinlemeye koyuldum. En son "Can Yücel" dedi. Ve ekledi: "Bağlanmayacaksın!". Dizeler bitti, şair gitti. Çok geçmeden yol bitti. Gün bitti.

1 Ağustos 2015

15 Temmuz 2015 Çarşamba

YASALAR VE MÜCADELE*

İktidara geldiği 2002 yılından beri her yıl artan oranda iş cinayetlerinin yaşanması ve AB uyum yasaları yükümlülüğü nedeniyle AKP, yasal mevzuat değişikliğine gitmek zorunda kalmış, büyük umutlarla beklenen 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu 20 Haziran 2012 tarihinde yayımlanmıştır. Kanunun tüm hükümleriyle yürürlüğe girmesinden sonra, asıl amacı işçi ölümlerini azaltmak da olsa, her yıl yaşanan iş cinayeti sayısının azaltılmasında etkili olamamıştır.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) derlediği verilere göre sadece 12 buçuk yılda en az 15 bin 387 işçi, iş cinayetlerinde hayatını kaybetmiştir. İSİG’in verileri kısıtlı imkanlarla derlendiği ve SGK verileri ise sigortalı olanı kayıt altına alma ve gereken tespiti yapma özeninden uzak olduğu için, gerçeklerin çok daha fazla olduğu bilinmektedir. İnsan hayatını sayılarla ifade etmek her ne kadar acı da olsa katliam denebilecek boyutta yaşanan iş cinayetlerini bir anlamda gözler önüne sermek gerekiyor.


6331 sayılı kanunun iş cinayetlerini azaltmada etkisinin olmaması, biraz da kanunun esas yapılma amacından kaynaklıdır. Çünkü yasa yapıcılar, bir anlamda “devlet bu konuda bir şey yapmıyor” gibi eleştirileri bertaraf etmek için, “modern yasa yapıyoruz” demiş, bir yandan da hızla artan iş cinayetlerinde sorumluluğu iş güvenliği uzmanlarına ve hatta ölen/yaralanan işçilere dahi yıkarak, sermaye sahiplerini korumaya almıştır.

6331 sayılı kanun ile kamu müdahalesi ortadan kaldırılmış, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanı Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimlerine (OSGB) devredilerek, alan piyasalaştırılmıştır. İşçilerin sağlığı ve güvenliği gibi tamamen insani bir konuyu dahi metalaştırmakta beis görmeyen, kapitalist üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin düzenleyicisi, koruyucusu devlet yeni sömürü alanları açtı. İş bulmakta sorun yaşayan birçok üniversite mezunu, bir umutla, mantar gibi türeyen özel eğitim kurumlarında eğitim alarak iş güvenliği uzmanı oldu. Ancak daha sonra tamamen bir sömürü düzeneği olan OSGB’lerde düşük ücret ve iş güvencesiz çalışma koşullarında çalışmak zorunda kaldılar.

6331 sayılı kanun, uygulamada birçok sorunu da beraberinde getirdi. Örneğin, iş güvenliği uzmanlığı belgesine sahip bir kimya mühendisinin, inşaat alanında; inşaat mühendisinin kimya alanında iş güvenliği uzmanlığı işini yürütmesi gibi akla ve bilime sığmayan uygulamalar, iş cinayetlerini azaltmak bir yana dursun, daha vahim sonuçların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Yukarıda saydığımız nedenlerin dışında iş cinayetlerine davetiye çıkaran birçok neden tüm yakıcılığı ile önümüzde durmaktadır. Taşeronlaştırma, güvencesiz ve düşük ücretle çalıştırma, sendikalaşmanın önündeki engeller, işverenlerin işçi sağlığı ve iş güvenliği uygulamalarını maliyet unsuru olarak görmesi yukarıda saydığımız nedenlere eklenebilir. Bu nedenleri bertaraf etmek iş cinayetlerinin azaltılmasında önemlidir.

İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda üstü örtülü bir anlaşma içerisinde olan devlet ve sermaye çevrelerinin mevzuatları, uygulamaları her zaman emekçilerin aleyhine olmaktadır. Artan iş cinayetleri ve yaralanmaları toplumsal tepkiyi sindirmek için gerçek oranlarıyla ve nedenleriyle kamuya açıklanmamakta, birçok bilgi bilinçli olarak gizli bırakmaktadır. Hatta adına “kaza”, “kader”, “fıtrat” diyerek başka bir boyut yaratmaya çalışıyorlar. Oysa emekçinin yaşamını karartan bu olayların “kaza” olarak nitelendirilebilmesi için öngörülemez / önlenemez olması gerekiyor. Oysa madenlerde, tersanelerde, inşaatlarda, atölyelerde, ofislerde, sınıflarda gerçekleşen tüm olaylar önceden öngörülebiliyor ve engellenme olanağı bulunuyor. İşte tam da bu noktada bizler; sendikalar, meslek örgütleri, akademisyenler, bağımsız bireyler emekçilerin yanında yer almalı ve iş cinayetlerine/yaralanmalarına dur demeliyiz... Mücadeleye...

14 Temmuz 2015

* http://www.ozgur-gundem.com/yazi/133647/yasalar-ve-mucadele
Özgür Gündem Gazetesi, 15 Temmuz 2015

29 Nisan 2015 Çarşamba

BİR GİTME BİÇİMİ

Son zamanlarda, sık sık, bazen hüzünle, bazen gülümseyişle o günler, o "ilk" günler geliyor aklıma. Her gün, her hafta, ya da her ay gibi rutine bağlanmış haberleşmelerimiz, görüşmelerimiz olmuyordu elbette. Zaman olurdu, aylarca görüşmez, birbirimizin sesini bile duymazdık. Ama bir şekilde haberin alırdım ya da kendiliğinden ulaşırdı. 

Çok da eski olmayan o "eski" zamanlarda görüşmelerimiz bazen tesadüflerle de olurdu. İçinde bedenlerini ölüme yatırmış tutsakların olduğu bir cezaevinin önünde, çocuklarından haber almaya çalışan, çalışırken kendileri de çocukları gibi aç kalan, battaniyelere bürünmüş annelerin arasında bulurdun beni. Gazetede görürdüm ben de seni, bu sefer bir binanın içinde yine açlık grevine girmiş annelerin ve apelerin arasında, battaniyeler içinde. Ya da bir eylem alanında, kesk û sor û zer'e donanmış genç kadın ve erkek arkadaşlarının arasında...

Böyle böyle öğrenmiştik buluşma ve görüşmenin farklı bir boyutta da gerçekleşebileceğini. İstediğimiz zaman birbirimize ulaşabileceğimizin bilinciyle ve farklı alanlarda süre giden mücadelelerimizin yoğunluğunda tesadüflere bağlıydı bir araya gelmemiz. Herhangi bir çaba sarfetmezdik. İşin ilginç yanı buna ihtiyaç da duymazdık. İçimizdeki son feodal kalıntılar erimekteyken, kurduğumuz ilişki başka bir boyuta erişmiş; arkadaş, yoldaş olmuştuk.


Neden sonra tesadüfler azalmaya, senden gelen haberler kesilmeye başladı. Çok nadir kullansam da telefon yoluyla da ulaşamamaya başladım. Oysa istediğim an ulaşabileceğimi düşünüyordum. Aksi de olmamıştı. Arama girişimlerim sıklaşmaya başladı. Yaklaşık bir haftam, günde en az on kez telefon tuşlamakla geçti. Ama tüm bu çaba nafileydi.


Haziran direnişinin en yoğun günlerinde, ulaştı haberin. Meğer, tahmini olarak bu güzel Nisan günlerinde, uzunca bir yürüyüşün bilmem kaçıncı kilometresindeymişsin. Bir daha gelmeyecekmişsin. "İyi" bir haberinin ulaşma ihtimali yokmuş. Ama gideceğin yerde "mutlu" ve "özgür" olacakmışsın. 
Ne çok severdik, Nisanı, Mayısı. Ne çok isterdik, özgür yerlerde Nisan yeşilliğini, Mayıs kızıllığını yaşamayı. Hayaller kurardık bazen. Gitmekle, hızlı davranmakla benim bu güzellikleri yaşama ihtimalimi de yanında götürdün. Ama olsun çocuk, sen yaşa. Yaşa ki güzel Nisanlar ve Mayıslarımız olsun. Çok yaşa sen!

29 Nisan 2015