“…
Şu Dersimde bir kuş olsam
Kanatlanıp uçsam şimdi
Oğul oğul
Kanatlanıp uçsam şimdi
Oğul oğul
Gitti gönlümün sultanı
Dağ oldu büyüdü şimdi
Şahin gibi yücelerde
Savrulup göçtü şimdi”
Dağ oldu büyüdü şimdi
Şahin gibi yücelerde
Savrulup göçtü şimdi”
Güneş tam tepemde durmuş bana gülümseyerek
bakıyor. Önünden parça parça bulutlar geçiyor, koşar adımlarla. Güneş tam
tepemde durmuş göz kırpıyor bana. Biraz ilerimde bir ırmak düz bir çizgi çizerek
akıyor. Karşı yakasında yaşlı bir çınar ağacı tüm yeşilliği ve
azametiyle öylece dikilmiş duruyor. Irmağın kenarı boyunca uzanan yükseltiye
sırtımı verip, gözlerimi hafifçe kapatıyorum. Çoraplarımı çıkarıp, ayak
bileklerim suyun içinde kalacak şekilde suya dokunuyorum. Kollarımı iki yana
açarak, avuç içlerimi gökyüzüne doğru çeviriyorum. Az ileride bir yükseltinin
üzerinde biriktirdiği suyu bir bardağa belli bir ahenk içinde boşaltırcasına taşlar
arasından gönderen şelalenin seslerine, ırmak kuşlarının sesi karışıyor. Kuşlar
en güzel türküleri söylüyorlar bugün. Göz kapaklarımda güneşin sıcaklığını
hissediyorum. Kalp atışlarım şelalenin çıkardığı seslere, kuşların türkülerine
uyum sağlıyor. Avuç içimde bir serçenin, korkudan titreyen göğsünü ve onun
sıcaklığını hissediyorum. Göğsüm terliyor. Ayaklarım üşüyor.
Muazzam bir alkış sesi ile gözlerimi
açıyorum. Şelalenin yerinde siyah, kocaman bir piyano, taşların yerinde, piyanonun
başında bir adam duruyor ve dört bir yöne başı ile selam veriyor. Irmak
yatağına yüzlerce insan doluşmuş; kimi iskemlelerde, kimi yerlerde oturuyor.
Güneşin yerini, tavandan sarkan bilmem kaç mumluk kocaman bir avizeye bırakmış.
Kuşlar ve şelale sesi uğultuya dönüşmüş. Gözlerimi kapatıp tekrar açıyorum.
Nafile, değişen bir şey yok.
Çınar ağacının yerinde kısa, beyaz
sakallı, uzun boylu, zayıfça bir ihtiyar ayakta kalabalığa hitap ediyor. Bir
hikaye anlatıyor. Hikaye gibi bir yaşam öyküsü. “Bu” diyor, “Frédéric Chopin’dir, güzel beyler
ve hanımlar!” “Dinlediğiniz de ona ait, dört no’lu prelüde…”[1]
İhtiyarın anlatımına göre, Chopin daha
yirmi yaşında toy bir delikanlı iken sevgili dostu Tytus Woyciechowski’ye
yazdığı mektupta; “Yolculuğuma ne zaman başlamam gerektiğine karar veremiyorum.
Sanki bu kez evden tümüyle ayrılacakmışım gibi bir duyguya kapılıyorum. Sanki
bu yolculuk beni ölüme götürecek. İnsanın hep yaşadığı yerlerden uzakta ölmesi
ne kadar acı olmalı. Son nefesimde en sevdiklerimin yüzü yerine, bir doktorun
buz gibi yüzünü ya da yabancı bir hizmetçiyi görmek ne kadar acı olurdu…” [2] diyerek uzun zamandır planladığı yolculuğun tarihini kestirememekten
yakınıyordu. Kendimi ve yazıdan öteye geçmemiş, geçememiş olan “gitme
talimlerimi” Chopin ve mektubunda gördüm. Ama Chopin nihayet yolculuğa çıkıyor
ve daha otuz dokuz yaşındayken “vatanım” dediği Polonya’dan çok uzakta,
Paris’te, vatan hasreti içinde ölüyor. Vasiyeti üzerine kalbi çıkarılıp,
Varşova’da bir kilisenin sütununun dibine gömülüyor.
Bu umutsuz hayat hikayesi ve piyano
tuşlarının yaydığı lezzetli seslerin verdiği karmaşık hislerle dışarı çıkıp,
ellerim titreyerek bir dolgun sigara sarıyorum kendime. Bir sigara da yanımda
beni yalnız bırakmayan arkadaşıma… Evin yolunu tutuyoruz beraber. Dolapta
bulduğumuz bir birayı paylaşıp, üzerine çayı katık ederek, biraz sohbet
ekliyoruz soframıza. Üşüdüğümü hissedip üzerime bir battaniye alıyorum. Bir
önceki gece kullanmadığım uyku hakkımın ve tüm günün verdiği yorgunluğun
etkisine battaniyenin verdiği sıcaklık da ekleniyor ve gözlerim kapanıyor
istemsiz.
Kendimi Sivas'ın doğduğum köyünde çocukken
buluyorum, yine bir sıcak yaz günü. Beyaz çediklerimizle o odadan bu odaya,
koşturup duruyoruz kardeşimle. Anam bir küfür sallıyor arkamızdan:"soyuna
gıran giresiciler"... Evin içinde olmamıza rağmen, yüzümde güneşin
sıcaklığını hissediyorum. Ayaklarım üşüyor bir yandan. Üzerimdeki battaniyeyi
ayaklarıma doğru çeken arkadaşımın hareketi ile uyanıyorum. Rüyaymış diyorum
gördüğüm, güzel bir rüyaymış. Devam ederim umuduyla tekrar gözlerimi
kapatıyorum. Bu sefer evin önündeki harmanda döveni öküze bağlamakta olan
babamın gözlerinin içine bakarken buluyorum kendimi. Yanımda yine kardeşim var.
Babam bir el işareti yapıyor. Alıyoruz mesajını ve hemen koşup
dövenin üstüne çıkıyoruz. Babam ortamızda, dövenle beraber hareket ediyoruz. Ortada bir saman yığının etrafında daireler çiziyoruz. Dirgen kalktıkça yığın küçülüyor. Güneş yine tepede dikilmiş, öylece bize bakıyor. Yer saman ile kaplı, gök saman
rengi. Her yer saman sarısı. Kardeşimle birbirimizi itip, dövenden düşürmeye
çalışıyoruz. Gülüyoruz bir yandan, babamın kızgın bakışlarına kadar. Korkuyoruz
ve dövenin üstüne çömeliyoruz. Suratımız asılıyor, "ne var yani
bunda" diye iç geçiyoruz.
Ağlamaklı mı gülümsemeli mi kestiremediğim, tekrarlayan, sabit bir tonda bir sesin bana seslendiğini duyarak gözlerimi açıyorum.
Sanki "Bak cano ne buldum?" der gibi iki avucunu açmış halde arkadaşım
duruyor karşımda. Umursamıyorum. Rüyamı daha cezbedici bularak, tekrar gözlerimi kapatıyorum.
Ses tonu değişmeden ismimi tekrarlamaya devam ediyor. Bu sefer hiddetle başımı
kaldırıyorum, kanepenin rahatsız başlığından. Dikkatimi toplayarak bakıyorum;
arkadaşım aynı şekilde duruyor ve ağlayarak ismimi tekrarlamaya devam ediyor.
Arkadaşım ağlıyor. Hızlıca yattığım yerden kalkıp, yanına gidiyorum. Birbirine
birleştirdiği avuçlarında hareketsiz bir şekilde, gözleri açık Şaxiro duruyor.
Şaxiro ölmüş. Arkadaşım ağlıyor ve Şaxiro nefes almıyor. Ben korkuyorum ama
arkadaşım ağlıyor. Daha sonra nasıl yaptığıma şaşırarak, arkadaşımın avucundan
kuşu kendi avuçlarıma alarak salondan çıkarıp mutfağa götürüyorum. Arkadaşım
hıçkırıklarla ağlamaya devam ediyor. Mutfak tezgahının üzerine bıraktığım
Şaxiro'nun göğsüne dokunuyorum. Hala sıcacık ve gözleri açık bana bakıyor.
Elimle göğsüne git-gel halinde basınç uyguluyorum, kalp masajı yapar gibi. Hala
hareket yok. Ne yapacağımı bilmiyorum. Arkadaşım geliyor mutfağa,
engelleyemiyorum. O da dokunuyor kuşun göğsüne, ağlayarak. Çare yok, Şaxiro
ölmüş.
Nasıl, niçin öldü bilmiyorum, sormuyorum, soramıyorum?
Arkadaşım ağlıyor. Mutfağın muşamba kaplı soğuk zeminine oturuyor. Yetişkin bir insanın ağlaması en son görmek isteyeceğim şeylerden biridir. Oysa ben sık sık ağlarım,
saklamayı da beceremem tuzlu gözyaşlarımın varlığını. Arkadaşım ağlıyor, ben
kendimi kasıyorum. Yere çömelip, arkadaşımın başını ellerimin arasına alıyorum.
Ona sarılıp, saçlarını okşuyorum. Gözyaşlarına dokunuyorum. Arkadaşım ağlıyor. Biraz zorlayarak mutfaktan çıkarıp, salona getirmeye
çalışıyorum. Son bir kez tezgahta duran Şaxiro'ya bakmaya çalışıyor. Önüne
geçip engelliyorum. Salona geçiyoruz. Arkadaşım salonda, rüyaya daldığım kanepenin
dibine oturup ağlamaya devam ediyor. Ne yapacağımı bilmiyorum. Kendi acımı saklayıp, onu teskin etmeye çalışıyorum. "Zaten yaşlandı, bugün yarın
ölecekti. Tesadüf o ki senin ellerinde öldü" diyorum. Dediğime kendim de
inanmıyorum. Daha bir yarım saat kadar önce cıvıl cıvıldı ve iki yıldır olduğu
gibi sevdiği Şaxira'yı tüm enerjisiyle "taciz etmeye" devam ediyordu. Türkçe
çaldığımız şarkılarda susup, Kürtçe stranlarda avazı çıktığı kadar şarkıya
eşlik ediyordu. İsmi bu yüzden Şaxiro idi. Büyük Kürt dengbêj Şaxiro'dan geliyordu. [3]
Arkadaşım kalktı ve iki sokak ötedeki
evine gitmek üzere kapıya yöneldi. "Eşlik edeyim" dedim, istemeye
istemeye. Oysa tek istediğim yalnız kalmak ve hıçkıra hıçkıra ağlamak, kendi
gerçekliğime bürünmek idi. Yaklaşık bir saattir yüzüme taktığım maskeyi atmak,
parçalamak istiyordum. "Ben giderim" dedi, o da yalnız kalmak
istiyordu. Ve ağlayarak çıktı kapıdan. İçeri yöneldim. El kadar büyüklükteki
kuşun yokluğu salonun ortasında öylece durup bana iri gözlerle bakıyordu.
Şaxira, bu yokluğa yalnızlığını katarak eşlik ediyordu. Çantamdan hızlıca
çıkardığım ıslak mendille elimdeki ölü izini silmeye çalıştım. Sonra kanepeye
uzandım. Uyumaya çalıştım. Üşümüyordum artık ve battaniyeye gerek yoktu.
Uyuyamadım. Yatak odama geçip, kendi yatağıma uzandım. Yine uyuyamadım. Şaxiro
artık yoktu. Ve onun yokluğunu, bir daha olmayacağını, Şaxira'yı düşündüm.
Yatağımda bir o yana bir bu yana döndüm, uyumaya çalıştım. Gözlerim doluyor ama
bir türlü taşmıyordu.
Sabah gözyaşları ile uyandım. Henüz
uykudayken gözlerimden süzülen ve gözlerim ile dudaklarım arasındaki engebeli
yolu katederek dudaklarıma kadar ulaşmayı başaran tuzlu esrik göz yaşının
verdiği o tat uyandırdı beni. Sebebi neydi bu gözyaşlarının? Şaxiro geldi aklıma. Dün
geceyi düşündüm. "Bu olanların hepsi rüya olmalı" dedim.
"Şaxiro şimdi salonda yemek masasının üzerinde Şaxira ile didişiyordur
kesin" dedim. Bu dediklerime kendim de inanmadım. Dün geceyi ve olup biten
her şeyi en ince ayrıntısına kadar hatırlıyordum ve ben vazgeçtim rüyalarımın
ayrıntısından kendisini bile hatırlayamıyordum çoğu zaman. Yatağımdan kalkmadan
ince bir sigara sardım. Sigarayı henüz yarılamadan komodinin üzerine basarak
söndürdüm. "Sabah uyanır uyanmaz sigara yakma alışkanlığımdan
vazgeçmeliyim" dedim kendi kendime, her sabahki rutin serzenişle. Hızlıca
giyinip, salonla mutfak arasında bulunan dış kapıya doğru yöneldim. Tam ortada
durdum. Sağ taraftan, salondan, genelde pek bir sessiz olan Şaxira'nın sesi
geliyordu. Tüm kaçırma girişimlerime rağmen, bir an gözlerim mutfak tezgahının
üzerinde sırt üstü hareketsizce yatmakta olan Şaxiro'ya ilişti. Bir kabahat işlemişçesine
gözlerimi toplayıp, kapıyı çarparak dışarı attım kendimi. Saniye geçmeden
kendimi sokakta buldum. Onca merdiven basamağını bir çırpıda inmiştim.
Tüm gün
işyerimde Kürt dengbêj Şaxiro'yu ve Chopin'i dinledim. Kuşları ve ölüleri
düşündüm. Özgürlük savaşçılarını, heval Koçgîrî'yi, Rasih'i, dağ başlarını,
baharı, ırmakları, güneşi, uçsuz bucaksız meraları, soğuk mezarlıkları ve kışı
düşündüm. Ve Şaxiro... O sadece bir kuş değildi. Bir hakikat arayışçısının, bir
özgür insanın geride bıraktığı tek canlıydı. Bana güvenmişti ve gitmeden önce
bende kalmasını istemişti.
Balkonumda
yazdan kalan ve direnerek hayatta kalmayı başarabilmiş tek bir çiçeğin, bir
zambağın, boy verdiği büyükçe bir saksıya, onu başka bir canlıya dönüştürme
umuduyla, son bir kez öpüp koklayarak bıraktım. Ölü sebze ve çiçeklerin
saksılarındaki toprakları, bir bardak su ile birlikte ona verdim. Gidenler
yüzünden çoktandır bir enkaza dönüşmüş olan bu ev, artık bir mezardı. Derin bir
"of" çektim. Bir sigara sardım kendime. Birkaç nefes duman çektim. Ve sonra bir türkü tutturdum:
"...
Gökler yüksek toprak derin
Rüzgar eser serin serin
Senin olsun çiçeklerin
Bu mezarda bir garip var..."
Rüzgar eser serin serin
Senin olsun çiçeklerin
Bu mezarda bir garip var..."
24-25 Kasım 2015
[1] https://www.youtube.com/watch?v=ef-4Bv5Ng0w
[2] Chopin: Tuşlara adanmış bir ömür,
Aydın Büke, Can Yayınları
[3] https://tr.wikipedia.org/wiki/Kullan%C4%B1c%C4%B1:Mrtgok