17 Aralık 2014 Çarşamba

İLK GÖÇ HİKAYESİ*

İlkokul birinci sınıfı bitirmiş, ilk yaz tatilini yaşamış, ikinci sınıfa başlamak üzereyken taşınmıştık İstanbul'a. Yedi yaşındaydım. Bir otelinde sıkıştırılmış çoğu aydın ve sanatçı 35 kişinin yakılarak ve dumandan boğularak canice katledildiği şehirden adeta sürgün edilircesine gelmiştik. Denizi, asfalt yolları, ikiden fazla katlı beton binaları, eşyalarımızı taşıyan yük kamyonunda yaptığım bu ilk yolculuğumda görecektim ilk kez.

İstanbul'u sadece insanların göçmek zorunda kaldığı, abilerin ya da babaların kışın çalışıp tarlaların ekim zamanı dönüldüğü bir yer olarak biliyordum.Orada bulunan iki ağabeyim karar vermişti taşınmamıza. Birinin adını son zamanlarda ara ara duyuyordum ama daha hiç görmemiştim kendisini. Yani yedi sekiz yaşlarına gelince, beş iken altı kardeş olmuştuk birden.

Velhasıl kelam, malı, harmanı tez elden çıkarıp, vurduk kapıya kilidi, düştük yollara. Küçük kardeşim, bir abim ve annemin bizle gelmeyeceğini, bir sonraki gün otobüsle geleceğini söylediler. İnanmıyordum buna, bir daha hiç göremeyeceğimi düşünüyor ve ağlıyordum. Çok uzun yıllar sonra da olsa bu kısmen gerçekleşecekti. Habersiz gidişler ve bir daha dönmeyişler olacağını nereden bilirdik?

Sarı bir kedimiz vardı. O da kaldı geride, hiç unutamadığım. Evimizin artık hep kilitli kalacak o büyük mavi kapısının önünden aylarca ayrılmadığını sonradan öğrendiğimiz evimizin şirin canavarı... Ne çok severdim o kediyi. Sonra akrabalar, komşular, arkadaşlar kaldı geride. Bir de bizim oralarda adına "harman" denilen, evimizin avlusunun sağ köşesinde boylu boyunca uzanan, meyvelerinin tadı herkesin diline destan olmuş erik ağacımızı bıraktık. Yıllar sonra onun da kuruduğunu öğrendik. Benim için, sarı kedimizin ölüm haberi kadar acıydı, erik ağacımızın akıbeti. Küçük kardeşimle, babamdan gizli gizli bu erik ağacına tırmanır, bazen tepesinden altında bulunan devasa saman yığının üzerine bırakırdık kendimizi. Bu şekilde yeni yeni oyunlar keşfederdik kardeşimle. Keşiflerimizin, oyunlarımızın merkezinde hep bu harman vardı. Döven, patos, tezek, dokuma gibi "büyüklerin" oyunlarının da merkezindeydi bu geniş alan. Büyüklerin bu oyunlarına bazen biz de dahil olurduk. Tezek hiç sevmediğimiz ama dahil olmak zorunda olduğumuz bir oyunken, dövene binmek en keyifli "büyük" oyunuydu bizim için. Çok eğlenceliydi ve bize oyun gibi geliyordu geliyordu bunlar. Çocuktuk...

Yolculuk ettiğimiz kamyon, beton kaplı kocaman binaları, asfalt yolları geçip, toprak yollara girdiği zaman anladım İstanbul'un ne demek olduğunu. Henüz sekiz yaşındaydım.Ve dokunuyordu, geride bıraktıklarımız. Köydeyken, bizim yaptığımız gibi, evlerini kamyonlara sıkıştırıp gidenler oluyordu ara ara. Ve bu kamyonlar bazen en sevdiğim arkadaşlarımı da götürüyordu. Daha o yaşlarda düşman bellemiştim, köye gelen kamyonları. Şimdi aynı kamyonun kasasında her şeyi geride bırakıp terk eden biz oluyorduk. Akrabaları, ilk çocukluk arkadaşlarımı ve o güzel sarı tüylü kedimizi terk etmiştik. 

Yolculuğum ilk kez gördüklerim ve daha önce gördüklerimi kıyaslamakla, sürekli geçmişe gitmekle, geride kalan her şeyi düşünmekle geçiyordu. Sekiz yaşındaydım. Ve bu yaşa kadar yaşadıklarımın bir sınırı olması gerekiyordu.

Kamyon toprak yollarda kalacağımız yere doğru ilerlerken biraz daha tedirginliğini atmış, rahatlamış hissediyordum kendimi. Bu yollar, bizim yollara benziyordu. Artık girdiğimiz yolların kenarlarında, bizim oralardaki adamlara ve kadınlara benzer biçimde giyinenler görünüyordu. Çok da farklı bir yere gelmediğimizi anlıyordum yavaş yavaş. Sonradan öğrendiğim varoş dedikleri yerden de öte yerlermiş buralar.

Kamyon yavaş yavaş ilerliyordu artık, yollar daracık ve topraktandı. Ve bizi gören bazı insanlar el sallıyordu. Bizimkilerin de bunları tanıdıklarına dair konuşmalara tanık oluyordum. Sessiz ve heyecanlıydım. Geldiğimizi anladım, yaklaşık on yıl boyunca yaşayacağım semte. 

Dönüp baktığım zaman neredeyse on yıl olmuş, on yıl yaşadığım bu semtten tek başıma ayrılalı. Kalanlar oldu daha çok buralarda, ölenler biraz da... Gidip de gelmeyecek olan var ki bir tane, can parçası... Ve hiçbir yerde tutunamayan, mülteci yaşamlar var, yaşamaz gibi...

*Rev 1: 17 Aralık 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder